Dünya siyasetinde zaman ve mekân dışı kalmamak azmiyle yaşamak, her milletin biricik muradıdır…

Bizim gibi, tarihe tuğlar ve ezanlarla bezenmiş çağlar serpen bir soylu millet için, bu azimle dolu bulunmak, büyüklüğümüzün ve mes’uliyetimizin icabı, bir hak ve vazifedir…

Bugün, yaşadığı nazik coğrafyası, tabiî olarak, Türkiye’ye hem zaman ve mekân dışında kalmamayı, hem de başta, ileride ve önde olmayı ihtar edicidir…

Yakındoğu, Ortadoğu ve Avrasya denilen muhitimizde, her büyük davanın kendisini yakından alakadar ettiği şuuru ile, Türkiye siyasi plânda yerini almalıdır…

Zira, Türkiye tarihte söylenmiş sözleri olan bir devlettir… Tarihte söylenmiş sözü olanın, halde ve istikbalde de söylenecek sözü vardır…

Dünya siyasetinde, mekân ve zaman dışında kalmamak, var olmak… Bizi alakadar eden her büyük davanın merkezinde bulunmak ve söylenecek sözü olmak, Türkiye’nin millî haysiyeti icabı, hayati ehemmiyettedir…

Bütün mesele; bunun hangi çerçeve içinde, nasıl bir çap ve hacimde ve ne ölçüde tahakkuk edeceği… Ve bizim, mazideki devlet üsluplarımızdan hangisini tercih edeceğimize bağlıdır…


Yakın geçmişimizde, tarihin kaydettiği iki ayrı devlet üslubumuz var ki, müsbet ve menfi kutuplara misâl, ikisinden birini bugün tercihle karşı karşıyayız…

Dünya siyaseti plânındaki millî edamızla alakalı iki örnekten ilki, 2. Abdülhamid Hakanımıza aittir…

Otuz üç sene devleti idare eden 2. Abdülhamid Cennetmekânın dahiyâne icraatleri ile, dünya çapında her siyasî plânın içinde bulunduk, zaman ve mekan dışına atılmadık… Müslümanların her davasının merkezini teşkil ettik… Söz sahibi olduk, tesirimiz yüksek oldu… Devlete ve millete zarar gelmedi… Millî haysiyetimiz yara almadı… İtibarımız daima zirve seviyesini muhafaza etti…

2. Abdülhamid devrinde, Osmanlı’nın hem Doğu hem Batı ile siyasî, iktisadi ve içtimaî münasebetleri en üst seviyesindedir… Devlet idaresi dünyanın her karışında olup bitenlerle alakalıdır… Avrupa’dan, İstanbul’da konserler vermek üzere Flarmoni Orkestralarını getirten, Abdülhamid Han, Amerika’da yaşayan mucid Edison’a hususi davette bulunarak, icatlarına İstanbul’da devam etmesini, Osmanlı Hazinesinin emrine tahsis edileceğini beyan eder…

Londra’da İslâm Peygamberimiz aleyhinde bir tiyatro oyunu sergilenmesi üzerine, 2. Abdülhamid, derhal Hint Müslümanlarına iş grevi ve boykot talimatını verir… Birkaç hafta içinde, Hindistan ve diğer İngiliz müstemlekelerinde hayatın felç olması üzerine, İngiliz Hükümeti derhal, Ulu Hakanımızdan özür dileyerek tiyatro oyununu sahneden kaldırır…

İkinci ve menfi hadise örneği Enver Paşa’dır… O Enver Paşa ki, Ruslarla savaşmak uğruna, Osmanlı Ordusunu Sarıkamış’ta Allahuekber Dağlarına tırmandırıyor ve doksan bin askerimiz, tek kurşun patlamadan soğuktan donarak can veriyor… Ordudan, dağın öte yamacına on altı askerimiz inebiliyor… Akılsız ve his dolu macera hevesi ile koca Osmanlı Devleti’ni darmadağın eden Enver Paşa hakkında, 1966 senesinde Hayat Tarih Mecmuasında neşredilen bir fotoğrafını görmüş, bu uşak ruhlu kan sarhoşu maceracıdan tiksinmiş, esef etmiştim… Fotoğrafta Osmanlı’nın Genelkurmay Başkanı Enver Paşa, görüştüğü bir Alman Generali’nin karşısında, bir erin kendi paşasına gösterdiği sadakate rahmet okutucu çapta adi ve aşağılık bir kulluk ve uşaklık gösterisindedir… Müslüman Osmanlı’nın en büyük askeri rütbelisi ayaktadır… Put gibidir, amadedir, bendedir… Hıristiyan Alman Generali iskemlede oturmuş, alçalışımızı mağrur ve memnun, seyretmektedir…

Türkiye, bugün bu iki siyasetten birini tercihe mahkumdur… Ve bize lüzumlu olan, 2. Abdülhamid’in edasını, kurtuluşumuzun şartı ve yolu kabul etmemizdir…

Bugün güney komşumuz Suriye meselesinde Türkiye’ye düşen; Enver Paşa gibi kapıkulu ruhlu macera heveslisi değil, 2. Abdülhamid misâli, önce kendimizi zarardan sakındırmak, sonra Müslüman komşumuzda kan ve gözyaşının dökülmesini engellemektir… Bunu yaparken, Haçlı Batı adına değil, kendi milletimiz ve dinimiz adına hareket etmektir bize yakışan…

Libya meselesinde Batı ile birlik olduk, hatta isyancılara para yardımı yaptık… sonunda, Libya Batı boyunduruğuna girdi… Orada iş başına gelenler, Kaddafi’yi aratmakta gecikmedikleri gibi, Türklerin işyerlerine saldırarak bize de teşekkürlerini ihmal etmediler…

Osmanlı’nın dağılmasıyla meydana gelen düzinelerce Ortadoğu devleti, birer beygir misali, Batı arabasına bağlandılar… Görünürde hepsi yan yana, lâkin birbirinden kopuk ve habersiz… Onlara arabayı çektiren arabacının, “deh!..” komutuna, kırbacına ve iradesine bağlı beygirler halinde Ortadoğu devletlerinin her biri tek başına Batı’nın sevk ve idaresine tabi ve mutidir ve şuur istiklâlinden mahrum…

Suriye mevzuunda, Türkiye, Enver Paşa edasını değil, 2. Abdülhamid tavrını vakarla sergilemelidir… Suriye’de kan dökülmesini hiçbir Müslüman arzu etmez… ancak Batı’nın menfaat boğuşmaları arasında kalmak bizi birçok hak ve menfaatten mahrum bırakabilir… Suriye’de Esad’ın yerine gelecek olanlar, Müslüman gibi davranmayacak, Batı’nın menfaat kâhyası olacaklardır… Türkiye’nin Rusya Federasyonu, İran ve Çin gibi bağlarımızın kuvvetlenmekte olduğu devletlerle alâkamızın bozulmamasına azamî itina göstermemiz menfaatimizin gereğidir…

Batı’nın bizi, kendi arabasının beygirlerinden biri halinde kullanmasına izin vermemeliyiz… Batı istiyor diye Enver Paşalaşmak Türkiye’ye pahalıya mal olabilir…

Kanlı Arap Baharı’nın başlamasından evvelki ve sonraki itibarımızı gözden geçirmenin zamanı gelmiştir… Suriye’de huzur hepimizin arzusudur… Ancak Esad da, onu alaşağı etmek isteyenler de kendi şuur dillerini değil, Batı lisanı ile konuşuyorlar ve barış onların değil, onları dehleyen arabacıların iradesine bağlıdırlar… Bugün Suriye mevzuunda bir varlık gösterecek olursak, bunu 2. Abdülhamid Cennetmekân üslubu ile yapmalıyız… Bunda önce Suriye’nin ve topyekün Ortadoğu’nun menfaati vardır…

Türkiye bu şuur ve iradeyi göstermelidir… Büyük davaların merkezinde olabilmeye çalışırken, önde coşup asılmamaya, arkada sinip basılmamaya azami itina sarfetmeliyiz… Milletimize ve devletimize yakışan budur…